Önce herkesin aynı masada oturduğundan emin olalım, “Hak: Adaletin, hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı şey, kazanç”. Her bireyin hakları olduğu gibi kendine hak gördüğü şeyler de mevcut. Zaten bütün gürültü buradan çıkıyor.

2013 yılının sonundan bu yana çeşitli illerde ve çeşitli üniversitelerde hak haberciliği, yani insan hakları odaklı habercilik üzerine atölye çalışması yapıyorum. Atölye sırasında insanların tepkilerinden öğrendiklerim, hazırlık aşamasında öğrendiğim her şeyi solladı. Çünkü konu hak haberciliği olunca hazırlığı ‘kitabına’ göre yapıyorsunuz ve gerçek dünyada burun üstü çakılıyor.

Atölyenin üç ayağı var; gazete hazırlama, teori aktarımı ve hazırlanan gazetenin değerlendirilmesi. Medyanın durumu sağolsun son dönemde katılımcılardan en çok duyduğum “Hocam iyi hoş da bu çok romantik bir beklenti” ya da artık atölyeye adını da veren “Hocam, bu gazete satmaz” oldu.

Fakat asıl can alıcı kısmı şu; çoğu insan aslında komisyon vermemek için emlakçıyı aradan çıkarmak istercesine adaleti kendi tesis etmek istediği için bu hakkı kendinde görüp hukuku aradan çıkarmak istiyor. Ve adil olmak çok zor bir hal aldı artık.

İnsan hakları alanında çalışanların yaptığı bir alıştırma var: Batan bir gemidesiniz ve elinizde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin maddeleri var. Gemiden ağırlık atmanız gerek ve maddeler arasında seçim yapmalısınız. İlkesel olarak hiçbir maddeyi atamazsınız çünkü haklar arasında hiyerarşi yapamazsınız. Hiçbir bireyin ya da grubun hakkı sizinkinden önce ya da sonra gelmez.

İngiliz gazete Guardian’ın 2012’de Cannes’da ödül alan ve üç küçük domuz masalından esinlenen bir reklamı var. Atölyede onu izletip videoda da geçen “Haklı şiddet var mıdır?” sorusunu yöneltiyorum. Her atölyede en az bir tane “Vardır” çıkıyor. Oysa kendinize hak gördüğünüz bir şeyi yaparak başka birinin hakkını ihlal edemezsiniz. Bunun başında da aslında yaşam hakkı geliyor.

Mesela bir atölyede “Peki ya pedofiller?” diye sordu bir katılımcı. Bir başka atölyede, kişinin kendinde olmayan erki kendindeymiş gibi görüp adaleti tesis etmemesi gerektiğini anlatmaya çabalarken bir katılımcı beni devlet yanlısı olmakla suçlamıştı. Daha sonra da kendi adaletini kendisinin tesis edebileceğini, kimseye ihtiyacı olmadığını söylemişti.

Sevin ya da sevmeyin, evinize hırsız girince polisi arıyorsanız ya da hakkınızın gasp edildiğini düşündüğünüzde mahkemeye başvuruyorsanız oyunun kuralları da alanı da aslında çizilmiş durumda.

Gelelim sahip olduğumuz haklardan ziyade “hak gördüğümüz” şeylere. Mesela ifşa. Kadın dernekleri bunu, her zaman olmamakla ve hepsi için geçerli olmamakla beraber, kullanıyor. Onları bu kulvarın dışında tutuyorum.

Kendi idealar dünyanızda, biri yanlış ya da haksız bir şey yapmış olabilir. Siz de sonuçlanmayacağını düşündüğünüz için ya da başka sebeplerle, çeşitli hukuki mekanizmaları çalıştırmaktansa kişiyi ifşa edip hedef göstermeyi tercih etmiş olabilirsiniz. Olayı toplum baskısı ile çözmek istemiş olabilirsiniz.

Fakat sizin idealar dünyanızda kendinize hak gördüğünüz bir şeye karşılık, bambaşka türden idealar dünyası olan bireyler de başka şeyleri kendilerine hak görebilir. Bu durumda hedef gösterilen de toplum baskısına maruz kalan da siz olabilirsiniz.

Bir bireyin doğrusunun karşısında başka bir bireyin doğrusunun durduğu bir çağdayız.

“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” demişler. Bunu belki şu şekilde güncelleyebiliriz, “Başkasının sana dair kendinde hak görmesini istemediğin zulmü, sen de kendinde hak görme.”

Yazının yayımlandığı sayı için tıklayın.