Romain Kronenberg Türkiye’de çektiği My Empire of Dirt filminin kısa versiyonunu ilk kez Futuristika! okurlarıyla paylaşıyor. Kısa versiyonu çünkü önünde uzun bir yarışma maratonu onu bekliyor. Futuristika!’dan Pınar İlkiz bizim için sordu.
Romain Kronenberg‘in başrol oyuncusu Nathan Duval bu toprakları arşınlıyor. Biz de Futuristika! olarak bu aheste filmin kısa versiyonunu paylaşıyoruz sizinle.
Futuristika!: Nerelisin?
Romain Kronenberg: Paris’te doğdum, Cenevre’de büyüdüm.
F!: Mekan olarak neden Türkiye’yi seçtin?
R.K: Batı Avrupa’dayken bende ideolojilerin oluşma olasılığını hissedemedim, parçası olacak çok fazla şey yoktu. 1975’te, doğduğum yıl, Pasolini tüketici hareketinin insanları içten değiştirdiğini ve bu hareketin faşizmin yeni bir tezahürü olduğunu söyledi. Filmimdeki ana karakter de bu dünyadan ayrılmış. Şimdi inanacağı ve uğruna mücadele edeceği bir şeyin arayışında.
Evden uzakta daha iyi bir gelecek hayal etmek benim için daha kolay. Bu, bilmediğimiz şeyin cazibesine Almanlar “Fernweh” diyor, Fransızca’da karşılığı olmayan bir kelime. Tam anlamıyla sıla hasretinin zıt anlamlısı: sıla özlemi. Yabancısı olduğum mekanlar bana çok çekici gelir, çünkü keşfetmek için sahip olduğum zaman bana kendi kültürümü sorgulama şansı verir.
Buna ek olarak, sadece 2003 ve 2004’te İstanbul’a yaptığım geziler vasıtasıyla bildiğim Türkiye, çok çeşitli bir coğrafyaya sahip gözüktü, bu filmin yapısı için de çok önemliydi. Gece olan “flashback”ler ve Gaziantep yakınındaki benzincide verdiğimiz mola dışında, oyuncunun yürüyüşünün daimi bir hali var. Oyuncuyu taşıyan hareket hissini yaratan, coğrafi yapının geçirdiği başkalaşım.
Sonuç olarak, ülke iki dünyayı birbirine bağlıyor, bir tarafta yolculuğumuzun başladığı megapolis İstanbul, diğer tarafta bizim rotamız olan insanın varlığına dair çok az belirti taşıyan seyrek nüfuslu bölgeler.
İklim de önemli bir etkendi. Yolculuk Ağustos 2011’de 45 derecelik bir havada gerçekleşti. Sıcaklık gözle görülür bir haldeydi, hem yeryüzünden hem gökyüzünden geliyordu. Çoğu sahne öğlen, güneşin tam tepede olduğu anda çekildi. Arabayı sürmek ve yürümek bizim için gerçek bir fiziksel tecrübe oldu. Bu, projenin sembolik yanı kadar gerekliydi.
Türkiye keşfetmek için çok güzel bir bölge. Yine de, anlatımımı evrensel tutmalıydım ki herkes kendini izlediği şeyde görebilsin. Yolculuk sırasında filmin müziklerinde elektrogitarın sesiyle harmanlamak için bir bağlama almak istedim. Uzun süre duraksadıktan sonra vazgeçtim çünkü bu durumda filme çok güçlü bir Doğu havası vermiş olacaktım. Yol filmini Türkiye’de yapmam gerekiyordu ama film Türkiye ile ilgili değildi. Hiçbir ülkeye ait olmamalıydı.
F!: İstanbul’un insanları ile Batman ya da Mardin’in insanları arasında bir farklılık gördün mü?
R.K: İstanbul’da neredeyse evimde gibi hissettim, aynı Paris’te ya da Cenevre’de olduğu gibi. Şehrin güçlü bir enerjisi var. Pek çok kültürel etkinlik var: kavramsal sanat, sinema ve müzik. Mimari çok güzel. Yabancı insanlar her yerde. Bu sebeple şehir çok coşkulu. Ama şehre gelme sebebim bu değildi. Tam tersine olağanüstü iklimler, ıssız, uzak mekanlar, başlamak için yeni bölgeler arayışı içindeydim.
Tahmin edebileceğiniz gibi turistik mekanlardan olabildiğince uzak durduk. Gaziantep, Aksaray, Diyarbakır ve Mardin gibi büyük şehirlerde kaldık. Zamanımız olduğunda Şereflikoçhisar, Darende, Kırşehir ve Batman gibi daha küçük şehirlerde de durduk. Şunu söylemeliyim ki gittiğimiz her yerde bizi hoş karşılayan ve yardımsever insanlarla karşılaştık. Yol kenarında çekim yaparken bazı şoförler ne yaptığımızı merak edip durdu, yanımıza geldi. Tabii benim kötü Türkçem yüzünden az ve öz konuşabildik. Evden uzakta olma hissiyatımız çok şaşırtıcı ve bu sebeple de yapıcıydı. Mesela bir gün, bir yolda giderken, arabayı durdurmak zorunda kaldık: yol bir göle çıkıyordu. Ne yapacağımızı bilemedik çünkü ben haritaya bakarak orada bir köprü olacağını düşünmüştüm ama ortada hiçbir şey yoktu. Sonra benim kafa karışıklığımla bariz bir şekilde eğlenen bazı insanlar bizi gölün diğer tarafında geçirecek bir feribotu beklemem gerektiğini söyledi. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeydik, kurak alanları geçmeyi umuyorduk ve aniden oradaki insanların da yardımıyla feribota bindik. (Siverek ve Kırşehir arasındaki Siverek Feribotu)
F!: Türkiye’nin doğu kısmına daha önce gitmemiş olmana rağmen Mardin’e gidip bu filmi çekme fikri sende nasıl oluştu?
R.K: Bu seçimi kişisel ve kültürel sebepler açıklıyor. Öncelikle Türkiye’nin bu bölümü, hakkında çok şey duyduğum ülkelerin sınırında ve buraları ziyaret etme şansım olmamıştı. Bu sebeple dünyanın o bölgesinin benim için mitolojik olduğunu söyleyebilirim. Mardin’den ayrıldığımızda 50 kilometre boyunca Suriye sınırını takip ettik. Dikenli teller, kontrol noktaları ve tanklar gördük. Bu çok gergin bir andı ve arabada otururken neredeyse hiç konuşmadık. Modern tarihimizin genel kurgusunun dışındaydık.
Bir başka neden ise antik dönemle ilgili: yolculuğumuz sırasında Tarsus’tan geçtik, Aziz Paul’un geldiği şehir. Diyarbakır’a giderken Fırat Nehri kıyısında dinlendik; bu da Yaratılışın Kitabı’ndan İncil’de geçiyordu. Filme aldığım bu yürüyen adamın ait olduğum medeniyetin beşiğini geçiyor olması ilginçti.
Umuyorum ki, filmde gizli olan, iki güdü filmi çekme şeklimi değiştirdi.
Daha kişisel bir sebep ise 2004’te Van’da (Bu arada filmin ilk adı Van’dı) çok yakın bir arkadaşımı görmeyi planlamıştım. Yolculuğum son anda iptal olmuştu. Göle dair bütün imgeleri zihnimde tuttum ve bir gün oraya gideceğime dair kendime söz verdim. İşin komik yanı bu yolculuğumuz sırasında da Van’a kadar gidemedik. Zamanımız kalmamıştı. Göle dair imgeler hala zihnimde. Belki onları orada tutmayı tercih ediyorum: Orası özgürce hayalini kurabileceğim bir yer.
F!: Türkiye’de başka bir proje yapma planın var mı?
R.K: 2012’de şu anda üzerinde çalıştığım yeni bir proje için Türkiye’ye dönebilirim. Bunu göçebe ruhlu My Empire of Dirt filmimin diğer yönü olarak görüyorum. O projede, bir şehirde yalnız başıma en az bir ay kalacağım. Tuz Gölü’ne yakınlığı yüzünden Şereflikoçhisar’ı seçebilirim. İnsanlarla ve etrafı içeren gündelik çektiğim fotoğraflarla hikaye tarzında bir film yapacağım. Belgesel ve kurmaca arasında bir şey. Hiç bu tarzda çalışmamıştım ama bunun çok iyi bir tecrübe olacağını hissediyorum.
F!: Bugünlerde üzerinde çalıştığın bir şey var mı?
R.K: 2011 sonbaharında Paris’te çektiğim bir filmin kurgusunu yeni bitirdim. Adı Aube (Fransızca olan bu kelime Latince alba’dan geliyor; güneşin doğarken beyaz olduğu an). Film sürekspoze ve bir adamı bir apartmanda gösteriyor. Birkaç şey yapıyor: uyanıyor, banyo yapıyor, kahve içiyor ve zamanın çoğunu uyuyarak geçiriyor; yemek odasındaki masada, yatakta, kanepede. Filmin müziklerinde adamın nefesinin, bomba seslerinin, depremlerin ve yangınların seslerinin birbirine karıştığını duyabiliyorsunuz. Adam hatırlıyor mu? Yoksa hayal mi görüyor? Bilmiyoruz. Hissettiğimiz şey adamın kendine güvenen ve barışçıl bir şekilde daha iyi bir dünyayı beklediği.