İki araştırmacı Rojin Canan Akın ve Funda Danışman 1990’larda Güneydoğu’da çocuk olmanın ne demek olduğunu bilerek, diğer çocuklara da bunu sordu. Metis Yayınları’ndan çıkan ‘Bildiğin Gibi Değil’ dönemin çocuklarının anılarını Batı’nın yaşıtlarına anlatması niteliğinde.
Yine Türkiye olarak hassas bir dönemdeyiz. Diyarbakır’da 13 askerin şehit olduğu, İKSV Caz Festivali kapsamında Aynur’un Kürtçe şarkılar söylediği için yuhalandığı günlerden geçiyoruz. Radikal’den Pınar Öğünç Aynur’la konuşmuş. Aynur arada şöyle bir cümle kuruyor: “…Çünkü dün gece fark ettiğim şey, bunların azınlık olduğudur. Çoğunluk gerçekten barış ve kardeşlikten yana. Azınlığın bize yıllarca çoğunluk gibi gösterilmesidir zaten sorunu büyüten.”
Sabah sabah elimde Bianet’in verdiği, Sosyal Değişim Derneği’nin geçen yıl çıkardığı “Ulusal Basında Nefret Suçları / 10 Yıl, 10 Örnek” kitabı:
“Kültürel kimlikler ve grup özellikleri gibi unsurlar nefret söyleminin kullanılmasını etkiler; yükselen milliyetçilik ve farklı olana tahammülsüzlük gibi koşullarda, nefret dili yükselir ve etkisini arttırır.”
Hassas zeminler ve hassas dönemler… Bütün bunların arasında Metis Yayınları’ndan çıkan bir kitap ya da nasıl desem, bir kitaptan çok doksanlı yılların yalın ve sözlü tarihi.
İki genç araştırmacı Funda Danışman ve Rojin Canan Akın -ki kendileri de aslında bir şekilde bu kitabın içinde olabilecekken- Güneydoğu’daki çocukların bu vesile ile “içlerini dökmelerini” sağlamış. 1975 ila 1980 arasında savaşın ortasına doğmuş ve bugünün yetişkinleri olmuş bireylerin yaşadıkları anlatılıyor. Aslında bu 19 birey çocukluklarından hatırladıkları yegane şeyleri anlatıyor. Kürt kimliğinin çocukluğa özgü “anlamlandıramama hali” ile harmanlanmasını görüyor okur.
Kitap Yıldırım Türker’in önsözüyle başlıyor. Türker, ilk kez 1993′te gittiği Diyarbakır’ı anlatarak başlıyor, o dönemde Güneydoğu’ya giden yabancı gazetecilere rehberlik yaparken yaşadıklarıyla… Bir yerde şu çarpıyor gözünüze: “…ikinci vakanın, babasının yan odada iki gün sonra kaldıramayıp öleceği işkenceden geçerken attığı çığlıklarda asılı kalmış hayatını anlatırken kullandığı dil, yani Türkçe, onun ikinci diliydi. O da acıyı kendi yaşadığı, dillendirdiği gibi aktarmıyor, onun tercümesi üstüne binen benim tercümemle iş iyice içinden çıkılamaz bir iletişimsizlik alıştırmasına dönüşüyordu.”
Bu noktada aklıma geçen hafta okuduğum bir haber geliyor: “110 akademisyene Kürtçe kurs“. Taraf gazetesindeki haberin spotu ise şöyle: “Hakkari Üniversitesi’nde görev yapan akademisyenlere, kente daha rahat uyum sağlamaları amacıyla Kürtçe eğitimi veriliyor. Çeşitli üniversitelerde yüksek lisans ve doktora yaptıktan sonra kente gelen akademisyenlere, vatandaşlarla daha rahat diyalog kurmaları ve kente uyum sağlamaları amacıyla Hakkari Üniversitesi Meslek Yüksekokulu’nda Kürtçe kurs verilmeye başlandı.”
İnsanlar konuşa konuşa demişler. Elimizden iletişimi de alırsanız bize ne kalır…
Kitaba dönecek olursak, anılarını anlatanlar sadece erkekler değil. Katılımcıların gerçek isimleri yerine de yasaklanmış köy isimleri kullanılmış. Özellikle Çukurca’ya dair dönemin çocuklarının gözünden birçok şey öğreniyorsunuz. Onların çocuk akıllarıyla birçok şeyi nasıl da anlamlandıramadığına şahitlik ediyorsunuz. Şiwan Perver kasetlerini saklayan abilerini nasıl da anlamadıklarını okurken bir yandan da Avsiya’nın hikayesinde sanki onun değil de anlatılan sizin yan komşunuzmuş gibi çığlıkları duyuyorsunuz.
Ben kitapta ajite edici bir şey görmedim. Bazıları özellikle bir düşmanlık söz konusu olmadığını söylerken hepsi gidenlerin gelmeyeceği konusunda hemfikir. Ortak dilekleri barış olsa da affetmek onlar için kolay değil. 1977 doğumlu Gijal “Barış başkadır, affetmek başka” diyor.
Bir sözlü tarih oluşturulması adına bu kitabın çok başarılı bir girişim olduğunu düşünüyorum. Özellikle sırf taraf olarak algılanmamak için ne BDP’den ne de bir sivil toplum örügütünden yardım almadan bu işin üstesinden gelmiş olmaları da takdire şayan.