“‘Kolunu kes, ver bana mı’ diyeceğim,
insanları tanımak için?
Neden marj bırakıp, bekleyeyim?”
Gülçin Çaylıgil

Kahraman ne demek diye tdk[i]‘ya sorduğumda karşıma önce savaşları ve tehlikeli durumları çıkardı. Ardından “Bir olayda önemli yeri olan kimse” dedi. Benim hayatımda önemli yeri olan kadın ise Gülçin abla ve ona “kimse” deyip geçemem.

Hiç tanımayanlar için Gülçin Çaylıgil ile ilgili aşağıya bir yere Vikipedi’den alınmış bir kutucuk bırakıyorum. Geri kalan kısmı ise beni ilgilendiren insani yanı. Bir insanı sizin için ne kahraman yapar bilmiyorum ama etrafımda gördüğüm hayatı en dolu dolu yaşamış, en keyfine düşkün, kendisini dalgaya alan ve bütün bunların yanında muazzam bir meslek hayatını, staj eğitim merkezlerinde yetiştirdiği pırıl pırıl öğrencileri ardında bırakmış bir insandı. Onu hayatta tutan bazen bir kahveye, bazen muhabbete, bazen akıl danışmaya gelen insanlardı, onu hayattan koparan ise insansızlıktı.

Sene 2002 olmalı, babam Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde ders veriyordu ve o derse konuk olarak Gülçin ablayı çağırmıştı. Trene binerken babam beni kendine has bir karizması olan, üzerinde değişik bir elbise ve boynunda büyük bir kolyesi olan, saçının bir tutamı beyaz bir kadınla tanıştırdı: “Pınar, bu Gülçin.” Tanıdığım kimseye benzemiyordu, ona kapılmamak mümkün değildi.

Trene bindik, hemen eşyaları bırakıp yemekli vagona geçtik. Eskiden Eskişehir’e trenle dört, bazen dört buçuk saat sürüyordu. Yemekli vagona geçer geçmez babamın telefonu çaldı. Çalış o çalış, gelen sayısız telefondan sonra babam telefonunu elinden bıraktığında tren Eskişehir’e yaklaşmıştı. Normalde olsa söylenir, telefonunu elinden almaya çalışırdım ama bu sefer karşımda Gülçin Çaylıgil vardı. Muazzam dostluğumuz ben farkında olmadan başlıyordu. Onca yaş farkına rağmen o benim için Gülçin ablaydı, ona kalsa Gülçin’di hatta ve her zaman arkadaşımdı, dostumdu.

Geçmiş zamanda konuşuyorum çünkü Gülçin ablayı geçen yıl Nisan ayında kaybettik. Kimse beni arayıp “Gülçin ablayı kaybettik” ya da “Gülçin abla öldü” demedi. Belki de diyemedi. Arka arkaya gelen ve cevaplayamadığım iki telefondan durumu anlamıştım. Haberi verebileceğim tek kişi vardı, onu aradım ve ağlayarak “Biz yarın sabah erkenden Bodrum’a gidiyoruz” dedim. Çünkü Gülçin ablayı tanıyan bilirdi, kimsenin dili bu haberi vermeye varmazdı.

Tren yolculuğuna dönecek olursak, “Hep böyle mi” diye sormuştu Gülçin abla babamı göstererek. Konuşmaya başlayıp dört saat boyunca aralıksız konuşmuştuk. Eğer yılı doğru hatırladıysam o zaman 20 yaşında bir gençtim ama Gülçin abla onu tanıdığım bütün süre boyunca hiçbir zaman aramızdaki yaş farkını hissettirmedi. Benimle bir akranı ya da müvekkili ile nasıl konuşursa öyle konuşur, öyle şakalaşır, beni öyle ciddiye alırdı.

O akşam otele vardığımızda hatırladığım tek şey Gülçin ablanın elinden düşmeyen sigarası ve kahve keyfiyfi. Sigarasından hiç vazgeçmezdi. Hatta fotoğrafına dikkat ederseniz Gülçin ablanın külü genelde sigarasının yanmamış tarafından uzun olurdu. Hatta Bilgesu Erenus’un yazdığı “Böyle bir dünya: Gülçin Çaylıgil Davası” adlı kitabın bir bölümünde Gülçin abla alkol sorunu yaşadığı için eşini terkeden bir adamı anlatırken kadına terkedilme sebebinin alkol olduğunu söyleyemediğini şöyle anlatıyor: “İçkin yüzünden diyemedim, çünkü ne yalan söyliyim, bana da sigaran için seni biri bıraktı, deseler anlayamam.”[ii]

Bir de rakısı… “Güneş ile ufuk çizgisi arasında bir mızrak boyu mesafe kaldığında rakı masasına oturma zamanı gelmiştir” derdi. Evindeki rakı masaları da her zaman çok kalabalık olurdu. Gülçin abla Moda’nın Moda olduğu, Moda’dan denize girildiği zamanlardan beri Modalıydı. Ben onu tanıdığım zaman zarfında bir kez taşındı ama yine Moda’da kaldı. İlk kez evine gittiğimde bir binanın en üst katında neredeyse U şeklinde bir terasları vardı.

20 yaşında bir genç olduğunuzu düşünün, bir eve giriyorsunuz. Bir terasta bir masa dolusu insan ya şiir okuyor ya gitar çalıp tatlı tatlı atışıyor. Aklımın uçtuğunu hatırlıyorum. Eğer bir yaşlılık varsa benimki de böyle olmalıydı, ki Gülçin abla hiçbir zaman “yaşlı” olmamıştı.

Gülçin abla sevdiklerini her zaman yakınında tutardı. Etrafındaki insanlar da kendi gibiydi, kibirinden sıyrılmış, insana değer veren. Ki bunun aslında ne kadar dile kolay bir şey olduğunu Gülçin abla ile dost olunca öğrendim.

O zamanlar hem Tarık Öcal hem de Mehmet Akan hayattaydı. Karşımdalardı, Tarık Öcal gitarla Mehmet Akan’a sataşıyordu, Mehmet Akan masanın öbür ucundan cevap veriyordu. Bazen kulaklarıma kadar kızarıyordum, bazen gülmekten ağzımı toplayamıyordum. Saatler ilerledikçe Tarık Öcal’ın Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sitem şiirini seslendirdiğini hatırlıyorum. Günlerce “Değirmen misali döner başım, sevda değil bu bir hışım” diye dolanmıştım.

İkinci evleri ise bir binanın giriş katındaydı. Bir gün balkonda otururlarken kadının biri hayretle evin içine bakıp “Siz bunların hepsini okudunuz mu” diye sormuş. Ne gülmüştük. Şimdi ne zaman biri salonumdaki kitaplığa bakıp “Bunların hepsini okudun mu” dese, tatlı tatlı gülümseyip Gülçin ablayı hatırlıyorum.

Gülçin ablaya dair hatıralarım düz bir çizgiden ziyade oraya buraya saçılmış anılar gibi. Mesela 2003’te 1 Mayıs’ı Bilgesu’nun (Erenus) evinde kutladığımızı hatırlıyorum. Babamla gitmiştik Bilgesu’ya ve o gün birçok insanla ilk kez karşılaşacaktım. Bunlardan biri de Gülçin abla’nın kardeşi Muhlis Hasa’nın oğlu olan ve mahkeme kararı ile Gülçin ablanın evlatlığı olan Selim’di.

Gülçin abla evlilikler yapmış, her daim erkekleri kendine hayran bırakmış bir kadın olarak bana biraz Sevgi Soysal’ın “Tante Rosa”sını anımsatıyordu. Selim’in iş hayatında sıkıntı çekmemesi için soyadını ona vermişti. Bazı şeyler gerçekten toplumun genel geçer kalıplarına sıkışmak zorunda değildi, bazı şeyler aslında gerçekten kolay ve hatta yerine göre hafifti.

Aynı o gece benim haberim olmadan Selim ve benim için düzmece bir nişan düzenlemeleri gibi. Neyse ki daha benim haberim olmadan vazgeçmişlerdi. Yoksa nasıl utanırdım belli değil. Bazı şeyler bu koca kadınların elinde bir kahkaha kadar samimi ve birlikte gülünesi bir şeye dönüşebiliyordu.

Bütün bu hikayenin en vazgeçilmezi ise Reşide’ydi. Gülçin ablanın yol arkadaşı, ev arkadaşı Reşide Buri. Muhteşem yemekler yapan Reşide. Bir gün Gülçin ablaya uğramıştım. Doktor da o zaman Alzheimer’a iyi geldiği için onlara Scrabble oynamalarını tembihlemiş. Daha ben kapıdan girerken “Gel gel, bu Tatar beni olmayan Türkçesi ile yeniyor zaten” demişti.

Reşide olan bağı da ayrı bir hikayeydi: “Reşide’yle ikimiz tarihiz. Reşide Çin’den geldi, benim kardeşim onun nikah şahidiydi. Sonra eşiyle birlikte Fransa’ya gitti. 30 sene orada kaldı. 1995 yılında Türkiye’ye geri geldi. O zaman tekrar bulduk birbirimizi. Onun kulakları iyi duyar, beni iyi işitiyor. Körler sağırlar birbirini ağırlar derler ya işte öyle.”[iii]

Sonra Gülçin abla gitti. Reşide ile birlikte Bodrum’a taşındılar. Bodrum’da Saadet’in muhafazasındaydılar artık. Babamın deyimiyle “Bu kadar insan Gülçin’i burada tutamadık.” Hiç kimseye yük olmak istemezdi. 2009’da Bilgesu’nun evinde bir veda ile Bodrum’a uğurladık onları. Sanırım o akşamdı; Bilgesu, Gülçin abla için yazdığı oyunu okumuştu. Bilgesu’nun evindeki toplaşmalar da bir o kadar renkliydi. Tombaladan çıkan maniler, gitarla eşlik edilen şarkılar…

Bir keresinde yine Bilgesu’nun evindeydik. Gülçin abla kanepede oturuken ben de gidip dizinin dibine oturmuştum, Gülçin ablanın yanında ise Yalçın Küçük oturuyordu. Bana ne okuduğumu sormuştu, ben de o ara Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabını okuyordum. Yalçın Küçük’ten bir araba dolusu laf işitmiştim bu mu okunur diye de Gülçin abla araya girip azarlamıştı müvekkilini: “Oğuz Atay okuyacak tabii ya, ne okuyacak” diye. Sevdiklerine kati surette toz kondurmazdı. Hatta bir başka müvekkili Ahmet Altan’a beni överek Taraf gazetesinde çalışmama da vesile olmuştu.

Bilgesu’daki veda toplaşmasının öncesinde bir akşam Gülçin abla’ya uğramıştım yine. Bodrum’a yerleşecekleri haberini bana kendisi vermek istemişti. Ben haberi aldığımda anda ağlamaya başlamıştım, daha çok günümüz olmalıydı Moda’da, İstanbul’da, “Daha sevdiğim adamı seninle tanıştıracaktım” demiştim, o anda Gülçin abla da ağlamaya başlamıştı “Tanıştırırsın, Bodrum’a gelirsiniz” demişti. Ve biz o akşam iki küçük kız çocuğu gibi ağlamıştık karşılıklı. Hatta veda toplaşması için hazırladıkları posterin arkasına şöyle yazmıştı:

“Canım Pınar,
Ağlaştığımızı hiç unutmayacağım. Bodrumda beraber güleceğiz diye teselli buluyorum. Bekleyeceğim.
Gülçin Çaylıgil.”

Neyse ki bu onu son görüşüm olmadı. Ses tellerinden bir sıkıntı yaşadığı için İstanbul’a gelip ameliyat olmuştu. Şansıma İstanbul’dayken evinde kaldığı arkadaşı benim arka sokağımda oturuyordu. Sesi iyice gitmişti. Ziyaretine gittiğimde “İyice liman orospusuna döndüm” demişti de, yine ne gülmüştük.

Ardından ölüm haberi. Sabah uyanmış, gazetesini okurken aramızdan ayrılmıştı. Cenazesine gittiğimizde Osman abi (Sultuybek) “Sen onun en yakın arkadaşıydın biliyorsun değil mi?” dediğinde içimdeki acı ise tarfisizdi. Çünkü Bodrum’a hiç gitmemiştim, hep niyet etmiş ama bir şekilde ertelemiştim. Geniş zamanlar umma hatasına düşmüştüm. Hayatımda “Zaten orada” değil “İyi ki orada” demem gereken bir insanı kaybetmiştim. Ekim’de ise Reşide’yi kaybettik.

Gülçin abla ile ilgili bütün anılarımda ya ne kadar güldüğümü, ya ne kadar şaşırdığımı veya etkilendiğimi, ya da ne kadar güzel bir kalabalığın içinde olduğumu hatırlıyorum. İnsanları tanımak için marj bırakmayan Gülçin abla. Eğer bir hayat geçireceksem hem bu kadar insanlarla dolu, hem bu kadar renkli hem de Gülçin ablanın gülüşü gibi bir hayat beni beklesin isterim.

Vikipedi kutusu:[iv]

55 yıl süren meslek hayatında özellikle düşünce suçlarıyla ilgili davalarda savunma avukatı olan Çaylıgil, ilk davasında Türkçeye çevirdiği bir makaleden dolayı komünizm propagandası yapmak suçundan yargılanan Adnan Benk’i savundu. Ardından Orhan Apaydın, İlhan Selçuk, Orhan Kemal, Bilgesu Erenus,Ahmet Altan, İpek Çalışlar, İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, Çetin Altan, Erdal Atabek, Ali Sirmen, Vedat Günyol, Alp Kuran, Uğur Mumcu, Server Tanilli, Memet Fuat, Can Yücel, Neşe Düzel, Harun Karadeniz, Talat Turhan ve Yalçın Küçük’ün de aralarında bulunduğu birçok yazar, gazeteci, sanatçı ve siyasinin avukatlığını yaptı.

12 Mart döneminde Deniz Subayları davası, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul’daki davaları, Aydınlık gazetesi davası, Madanoğlu davası, Türkiye Komünist Partisidavası, 12 Eylül döneminde Cumhuriyet gazetesi davası, Türkiye İşçi Köylü Partisi davası, DİSK davası, 1984 Aydınlar Dilekçesi davası, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi davası, Devrimci Sol davası ve Barış Derneği davasında da savunma avukatlığı yaptı.

2001’de Orhan Apaydın Demokrasi ve Barış Vakfı Ödülü’nü Yaşar Kemal ile birlikte aldı. 2007’de Hrant Dink ve Ragıp Zarakolu ile birlikte “basın özgürlüğünün korunması konusundaki çalışmalara katkıları” nedeniyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Basın Özgürlüğü Ödülü’ne layık görüldü.

Türkiye Barolar Birliği delegesi ve İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi Yürütme Kurulu üyesi olarak görev aldı.

[i]http://tdk.org.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5460673f1b21f1.20656355
[ii] Bilgesu Erenus – Böyle bir dünya: Gülçin Çaylıgil Davası, Adam Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2002, sayfa 140
[iii]https://www.facebook.com/169312049892/photos/a.10151556123404893.1073741828.169312049892/10151977453979893/
[iv] http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCl%C3%A7in_%C3%87ayl%C4%B1gil

Bu yazı Amargi’nin Kış 2014 sayısında yayımlanmıştır.