Mevzu bahis tiyatro olunca seyirciler artık yeni bir arayış içinde. Tiyatrolar ise çoktan kendini yenileme yolunda ciddi adımlar attı. Akla gelen ilk örnekleri de Dot ve Krek. Ama benim gibi biraz ana akımın dışında çıkmayı sevenlerdenseniz, İTÜ’de çok güzel şeyler olduğunu bir yere not edin derim. 2009 yılında Seyyar Sahne’nin bir yerde afişini görmüştüm. Tehlikeli Oyunlar’ı sahneye koyuyorlardı. İlk tepkim şu olmuştu: “Nasıl yani?” olamazdı yahu. Ama olmuştu, hem de beklediğimden çok çok daha güzel olmuştu. Geçenlerde de Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ni sahnelediklerinin haberi gelmişti. Yine merakım kabarmıştı, böyle bir oyun? Ağlayarak mı çıkacağız acaba? Ruhumuz mu boğulacak? derken yüzümde hınzır bir gülümsemeyle çıkmıştım oyundan. Bu metinler tiyatroda olmaz diyenleri ters köşeye yatıran Seyyar Sahne’nin sahneye konmamış metinlerinden biri de Har desem?
Bunlar biraz tehlikeli metinler, daha doğrusu Oğuz Atay ve Tezer Özlü gibi isimler çok fazla fanatiği olan yazarlar. Teşbihte hata olmaz derler, biri “Tutunamayanlar”ın babası diğeri ise çağrışımın her türlüsünde “intihar” ile anılan bir isim. Hal böyle olunca bu oyunları sahneye koymak sizde fazladan bir titizlenme dürtüsü yarattı mı? Ya da bu oyunların “hakkını fazlasıyla verme” baskısı yaşadınız mı?
Evet. Ancak bu hal bir yandan da bir imkân yarattı. Bahsettiğiniz “fanatikler” son derece somut bir izleyici grubunu oluşturduklarından hazırlık aşamasında kafamızda onlarla tartışabildik, kavga edebildik ve böylece performans anında kendileriyle kurulacak diyalogun provasını da yapabildik.
Ayrıca, ben de Oğuz Atay fanatiklerinden biriyim. Tehlikeli Oyunlar’ı sahnelerken kendimde de bulunan Atay’a dönük “romantik” bakışla mücadele ettiğimi söylemeliyim. Yani ben de “Oğuzcum Atay” tayfasındandım. Onun karakterlerindeki açmazlara karşı kördüm. Atay’ın metni ve genel olarak roman kuramı üzerine çalışmaya başlayınca Atay’ın romantik imgesinin ne kadar aldatıcı ve sığ olduğunu gördüm. Bu da bizde Atay fanatiklerine karşı belli bir özgüven getirdi tabii.
Tezer Özlü’ye gelince… Özlü’nün bendeki imgesi çokça bilinen klişeden ötesi değildi: “Lirik Prenses”. Bu da beni açıkçası Özlü’den uzak durmaya itmişti. Sahnelemek üzere roman araştırırken Özlü’yü okuduğumda bu imgenin ne derece yanlış ve Özlü’yü bu şekilde tarif etmenin ona ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm. Bunalım ve intihar metni olarak lanse edilen Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin ne kadar yaşam dolu olduğunu hayretler içinde gördüm. Bu da bende Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri metnini sahneleme konusunda güçlü bir istek uyandırdı.
Oyun metinleri arasında bir de “Har” bulunuyor. Bunların hepsi bir yerden bakınca (Tehlikeli Oyunlar, Çocukluğun Soğuk Geceleri, Har) sahneye taşıması zor ve bir o kadar da iddialı metinler. Tabii bir de Foucault’nun “Ben, Pierre Rivière…” eseri var. Bunları seçmenizin sebebi ne? Sonuçta oynadığınız oyunların arasında Moliere, Shakespeare gibi isimlerin oyunları da var ama bunlarla kalmamışsınız.
Har metni gruptan bir arkadaşın masa başı çalışması olarak şekillendi. Sahneyle bir ilişkisi olmadı ve de sahnede sınanamadı. Dolayısıyla bu oyunu diğer üç oyundan ayırmak gerek. Özellikle “Ben Pierre Riviére…” oyunu Seyyar Sahne’nin teatral arayışında önemli bir yerde durmaktadır. İlk kez o metinle “tiyatro için yazılmamış metinlerle çalışmaya başladık. Pierre’i seçme sebebimizle diğer metinleri seçme sebebimiz aynı. Bu üç oyunun ortak özellikleri, öncelikle solo performans olarak tasarlanabilecek olmaları. Bana göre tiyatronun temel meselesi, oyuncunun seyirciyle ve yönetmenle kuracağı diyalogdur. Tek kişilik oyunun bu diyalogların kurulup kurulmadığının kesin bir şekilde görüleceği bir form olduğunu söyleyebiliriz. Bu form sayesinde oyuncu, prova aşamasında yönetmenle, performans aşamasında da seyirciyle dolaysız bir karşı karşıya geliş yaşayacaktır. Bu da diyalogun temel koşulunu imkânlı kılar.
Bu metinleri seçmemizin diğer sebebi, bu üç metinde de kendilerini tümüyle ifşa ederek insanlık durumuna dair hakikatleri de ifşa eden karakterler görmemizdir. Bu karakterlerin kendilerini bu şekilde açmaları, sahnede, bir grup insanın ortasında canlandırıldığında biz de seyirci olarak hakikatin icra edilmesine tanıklık ve ortaklık etme şansı elde ederiz.
Ben Tehlikeli Oyunlar’da sürekli gülen bir seyirci ile izlemiştim oyunu maalesef. Oyun tabii ki kendi içinde bir ironi taşıyordu ama mesela bana göre kahkahanın dozu biraz kaçmıştı. Çocukluğun Soğuk Geceleri ise beni ters köşeye yatırmıştı, boğucu bir oyun beklerken, delilik ile ironi arasında gidip gelen muhteşem bir metin vardı ortada. Oyuncuların performansları da bir o kadar inanılmazdı. Seyircinin tepkisi nasıl oluyor? Beğenen muhtemelen çok oluyordur ama ya olumsuz eleştiriler?
Her performans, izleyici grubu tarafından tekrar şekillendirilir. Bu, tiyatronun temel kuralıdır. Sizin izlediğiniz performansta, yanlış hatırlamıyorsam, kalabalık bir (30 kişi kadar) üniversiteli grubu da salonda oyunu izliyordu. Bu grubun enerjisi ve grup olmanın verdiği haleti ruhiyeyle normalden birkaç kat fazla kahkaha atıldı salonda. Bunu bir özür olarak söylemiyorum. Grup kahkahalarından ben de rahatsız olurum. Ama çok gülen bir izleyici beni rahatsız etmez. Bu anlamda benim aldığım önlem, sonraki performanslarda grupları birer ikişer olarak tüm salona dağıtmak oldu.
Bu iki oyunla ilgili ciddiye alınabilecek bir olumsuz eleştiri almadık şimdilik. Ama belki de bize sadece düşüncelerinin güzel kısmını aktarıyorlardır. Kim bilir? Ancak Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin çok net bir şekilde daha çok kadınlar tarafından beğenildiğini ve erkeklerin çoğu zaman sıkıldıklarını gözlemliyoruz. Sanırım bazı erkekler, bir kadının bu kadar cüretkâr bir şekilde kendini ve cinselliğini ifşa etmesinden biraz rahatsız oluyorlar. Bu da bizi oldukça eğlendiriyor.
Ben açıkçası izleyicinin (ben Tehlikeli Oyunları 2009 yılında izlemiştim bu arada) Oğuz Atay’ın ironisini güldürü ile karıştırmasına üzülmüştüm. Bunu da nazikçe dile getirmeye çalışınca başarısız oldum sanırım.
Anladım. Tehlikeli Oyunlar romanını evimizde tek başımıza okurken bizde oluşan etki ile 100 kişiyle birlikte dinlediğmizde-izlediğimizde oluşan etki aynı olmaz. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Mesela kitabı tek başıma okurken en fazla buruk bir gülümseme oluşurdu bende. Oysa, henüz romanı sahneleme fikri yokken birkaç arkadaşla birlikte sesli okuduğumuzda kendi kendime okurken gülümsediğim yerlerde epey güldüğümü hatırlıyorum. Kaldı ki Oğuz Atay ironisine gülünmesinde bence ciddi bir problem de yok.